EKOLOJİ TARIM VE GIDA PANELİNE KATILDIK
Eşitlik ve Demokrasi Partisi İzmir İl Örgütü‘nün Fuar Gençlik Tiyatrosu‘nda Vezan Karabulut‘un kolaylaştırıcılığında gerçekleştirdiği Ekoloji, Tarım ve Gıda Paneli‘ne konuşmacı olarak E.Ü. Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa, Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu, Yıldız Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi ve Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformundan Prof. Dr. Beyza Üstün, TMMOB İKK Sekreteri ve ZMO İzmir Şubesi Başkanı Ferdan Çiftçi ile Şube Yönetim Kurulu Başkanımız Hülya Yılmaz katıldı.
Panelin ilk konuşmacısı TMMOB İKK Sekreteri ZMO İzmir Şube Başkanı Ferdan Çiftçi oldu. Çiftçi, Tarımın sosyal, siyasi, ekolojik yansımaları olan bir olay olduğuna dikkat çekti ve bölgesel, kültürel politikaların tarımdan ayrı planlanmasının mümkün olmadığını savundu. Ülkemiz nüfusunun % 24,5‘inin tarımdan geçindiğini belirten Çiftçi bu yüzdenin geçen yıllarla birlikte sürekli inişe geçtiğini vurguladı ve tarımın istihdama katkısının da sürekli gerilediğini söyledi. Ferdan Çiftçi şöyle devam etti: " Bazı kesimler tarım nüfusunun azaltılmasını savunur. Bu bir yere kadar doğrudur. Tarım işgücü azalırken, bu işgücü başka alanlarda istihdam edilirse doğrudur. Ancak şu anda geldiğimiz nokta böyle değil. Tarımdan geçimini sağlayanlar, sağlayamaz duruma düşünce kente göç etmek zorunda kalıyorlar ve kentin yoksul kesimini oluşturuyorlar. Kentteki yardıma muhtaç kitleler yaratılıyor ki bu da 80 sonrası politikaların sonucudur. Bu yardıma muhtaç kitleler, bu politikayı uygulayanlara bağımlı hale getiriliyor." Tarımın hem çevreyi kirlettiğini hem de kirletilen çevreden olumsuz etkilendiğini savunan Çiftçi şu anda 1950‘ler sonrası tarımda aşırı kimyasalların kullanılmasının sonuçlarını yaşadığımızı savundu. "Yaşamı savunuyoruz, politikaları tartışıyoruz" sloganının toplantı için çok uygun olduğuna da dikkat çeken Çiftçi son olarak yapılması planlanan İzmir-Gebze-İstanbul otoyolunun ekolojik sistemin çöküşüne yardımcı olacağını belirtti. Bu otoyolun İzmir, Zeytindağı bölgesinden geçmesinin planlandığını ve yapılması gündemde olan Çandarlı Limanı‘na bağlantı için Zeytindağı Bölgesi‘ndeki 10 km.lik bir alanın heba edileceğini savunan Çiftçi "Biz bu yolun 1 kilometre yukarıya kaydırılarak zararın en aza indirilmesini savunduk. Ancak kabul görmedi. Karara şerh düştük ve bekliyoruz" dedi.
Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu ise konuşmasına küreselleşmenin tanımını "Dünya Türkiye‘dir, Türkiye dünyadır" şeklinde yaparak başladı ve Rusya, Hindistan, Latin Amerika‘da ekolojik dengelerin bozulması sonucu buğday üretiminin durduğunu söyleyerek devam etti. Dünyadaki sel baskınlarına da dikkat çeken Aysu, tarım ülkesi olan Türkiye‘nin 1 milyon ton buğday ile kurbanlıklarını ithal edecek olmasının düşündürücü olduğunu söyledi. Başbakanın Katar‘daki işadamlarına yönelik olarak "Bizde su, toprak var. Bize gelin" çağrısının inandırıcılıktan uzak olduğunu söyleyen Aysu, "Dünyadaki kriz dalga dalga yayılırken, biz de teğet geçiyor. Teğet geçiyor ama buğday ile kurbanlık ithal ediyoruz. Bu nasıl iş?" dedi. Küresel iklim krizi ile gıda krizinin birbirini tetiklediğini savunan Aysu, küresel ısınmaya neden olan oluşumları yüzdeler vererek dile getirdi. Özgürlüğün her alanda olmasını belirten Aysu sanayi hayvancılığına dikkat çekerek "İnekleri belirli bir alana toplarsanız, oluşan metan gazı küresel ısınmayı yüzde 25 artırır. Ancak inekleri özgür bırakırsanız, küresel ısınmada yüzde 25 azalma olur" ifadesini kullandı. Deltaların fabrika gibi çalıştığına da dikkat çeken Çiftçi Sen Genel Başkanı Aysu, suyun özgür akması halinde yararlı toprakların üretileceğini ve bu topraklarda yılda 5 kez ürün alınabileceğini savundu. "Yerel üretim-Yerel tohum-yerel pazarlama"nın fantazi olmadığını belirten Aysu hayatı normale döndürmek için şirket politikalarına karşı cephe oluşturulması gerektiğini belirtti. Dünyada 193 milyon ton buğday stoğu varken, şirketlerin yaptığı spekülasyonlarla buğday fiyatlarının gereksiz yere arttığına dikkat çeken Aysu, "Şirketlere karşı durulması gerekir. Ancak bunu hiçbir hükümet, hiçbir politikacı, hiçbir devlet yapamaz. Yenilmeyen tek güç halktır. Sorunlu alanlarla yaşam savunucularıyla bir araya gelip karşı durmak gerekir. Ben bu mücadeleyi başaracağımıza inanıyorum" dedi.
Şube Başkanımız Hülya Yılmaz gıda güvenliği ve gıda güvencesini içeren konuşmasında yeşil devrim diye endüstriyel tarımın dayatıldığına dikkat çekti ve gıda stoğu olan ülkelerin Pazar araması sonucu, az gelişmiş ülkelerin zorunlu olarak alıcı duruma getirildiğini savundu. Az gelişmiş ülke çiftçisinin topraktan kopma sürecinin bu şekilde başladığını belirten Yılmaz, beslenmenin en temel insan hakkı ve aynı zamanda da kültür olduğunu belirtti. Çiftçilerin üretimin sağlanması için gerekli olan girdileri üreten şirketlere bağımlı hale getirildiğine dikkat çeken Yılmaz, gelecek için büyük açlık tehlikesinin beklendiğini söyledi. Kimin ne kadar ve ne üreteceğine şirketlerin karar verir duruma geldiğini belirten Yılmaz bu durumun gıda güvencesi açısından risk oluşturduğunu ifade etti. 8-10 uluslar arası şirketin dünya tahıl ve gıda sektörünü elinde tuttuğunu savunan Yılmaz, gıda güvencesinin tanımını yaptığı konuşmasında şu görüşlere yer verdi: "Gıda güvencesi toplumsal bir haktır, gereklerini yerine getirmek devletlerin görevidir. Ama bugün gıda güvencesinin koşullarını sağlama sorumluluğu bireyin üzerine yıkılmaya çalışılmaktadır. Gıda güvencesi halkın gıdaya egemen olması ile olasıdır. Yapılan istatistikler 2030‘da dünya nüfusunun 8.5 milyara çıkmasını öngörmekte. Gıda, spekülatörlerin elinde her türlü spekülasyona açık ticari mal haline getirilmiştir. Buna paralel olarak 21nci yüzyılda insanlığı ekonomik ve toplumsal krizin beklemesi kaçınılmaz. Bu yüzden gıda krizleri kapıda diyoruz. Çok uluslu şirketlerin politikaları, yanı sıra iklimsel olumsuz gelişmeler nedeniyle gıda fiyatları sürekli yukarıya çekiliyor. Bu durum iklim koşullarının kötüye gidişi ile de desteklenince durum daha da vahim bir hal alabilir. Tarımdaki nüfusu yerinde üretebilir bir duruma getirmek, gıdada dışa bağımlılığı en aza indirmek, ülkemizi gelecekteki krizlere karşı korumalı bir duruma getirmek için bir zorunluluktur. "
Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu‘ndan Prof. Dr. Beyza Üstün ise konuşmasına görüntüler eşliğinde başladı. Murgul ve Yeşilırmak Vadisi‘ndeki yeşilin ve ekolojik dengenin bozulmasının görüntüleri eşliğinde oldukça etkili bir konuşma yapan Üstün çevre mücadelesinin etrafın güzelliğinin korunması demek olmadığına dikkat çekti ve " Bu bir halk mücadelesidir. Kazanım da mücadelenin yükseltilmesiyle olur. Mücadele partiler üstüdür" dedi. Ekosistemin kapitalizmin kıskacına geçişinin bugünkü mesele olmadığını vurgulayan Üstün "50‘lerden gelen bu meselede üretim doğayı ciddi anlamda kullandı. 70‘lere kadar sanayi şaha kalktı. Giderek kaliteli doğa azalmaya başladı. Sermaye ile bilim insanları suyu, toprağı ölçümleyerek, kullanılabilirliğini raporladılar. 1992‘de BM‘e bağlı olarak Dublin ve Rio‘da yapılan 2 toplantıda, kalkınma-doğa-emek, bir arada gitmelidir dendi ve doğa ve emek sermayeye karşı 1-0 yenik başladı işe. Sürdürülebilir kalkınma stratejileri oluşturuldu ve "Kullan-koru" mantığı yasa ve yönetmeliklere girdi. Üreticiye 1nci hak olarak "buraya kadar kirlet" denildi. Ardından 2nci ha olarak" Kirletiyorsan öde" denildi. Yani kirletme denmedi ve parası olan kirletti" dedi. Kirli üretimlerin kirletmeyen ülkelere transferlerinin de bundan sonra geldiğine dikkat çeken Üstün, uluslar arası şirketlerin kontrollü saldırısından tüm doğanın payını aldığını savundu. Türkiye‘de bu saldırının halk tarafından 2009‘da görülmeye başlandığını belirten Üstün, bu farkındalıkla birlikte şirketlerin vadilere girişlerini yavaşlattığına işaret etti ve 2nci yavaşlamanın da anayasa referandumu öncesinde olduğunu belirtti. Bu yavaşlamalara paralel olarak şirketlere lisans dağıtımında bir yavaşlama olmadığına dikkat çeken Beyza Üstün hazirandaki seçim sonrasında yeni olumsuz gelişmelerin beklendiğini savundu. Bergama‘daki altın madencilerine karşı başlatılan mücadele ile Türkiye‘de inanılmaz bir ayağa kalkışın yaşandığını belirten Üstün, Anadolu‘nun her yerinde madencilere, HES‘çilere karşı hırslı ve hınçlı bir mücadele sürdüğünü söyledi. Üstün şöyle devam etti "Bu mücadeleyi yaşamın kendisi ortaya çıkardı. Bize düşen bu mücadelede samimi olmak, mücadelenin kime karşı yapıldığını doğru okumak, STK‘larını iyi okumak. Ben örgütümle bu mücadelenin içinde nasıl olurum, nasıl katkı koyarım, diyebilmek çok önemli. Çünkü bu mücadele yaşamı savunmaktır ve antikapitalist bir mücadeledir."
Panelin son konuşmacısı olan E.Ü. Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa da sunumuna Gediz Deltası‘nı da içine alan İzmir‘de gün batımı görüntüsüyle başladı. Ardından katılımcılara bir bilmece soran Karababa ekosisteme müdahale edilmesiyle sistemin yıkılmaya başladığına dikkat çekti. Gökova Körfezi, Maraş Pazarcık ve Munzur Vadisi‘nde ekolojik sisteme yapılan müdahalelere parmak basan Karababa "Eko sistemde bir alışveriş vardır. Bu müdahalelerle yaşam için gerekli olan bu alışverişler durduruluyor" dedi. Küresel ısınmanın bu şekilde sürmesi durumunda dünyada görülmemiş oranda göç dalgalarının yaşanacağını ifade eden Karababa "Böylece yurt ve yer edinme savaşları olacak. Tüm çevreyi yok eden faaliyetler bizim refahımız için deniyor ama sonuçta, su, hava ve toprak kirleniyor. Biz yaşamımızı sürdürmek istiyorsak sağlıklı bir çevre gerekir. Bunun için de çevreyi yok edenlerin tekerine çomak sokmamız lazım" dedi. Çevresel etkilerin bebek doğmadan ana karnında başladığını belirten Karababa sonuçta giderek artan genetik bozulmaların ve kansere kadar hastalıkların kaçınılmaz duruma geldiğini söyledi. Kentlerde artan nüfusun çarpık kentleşmeyi, çarpık kentleşmenin de, uyumsuzluk, ruhsal sorunlar, bulaşıcı hastalıklar, beslenme bozukluğunu beraberinde getirdiğine dikkat çeken Karababa kentlerin büyümesine koşut olarak çevresel yıkımın arttığını, tarım alanlarının işgal edildiğini ve doğanın daha çok sömürüldüğünü belirtti. İnsanları kentlere göçe zorlayan nedenlerin ortadan kaldırılmasına yönelik politikalar oluşturulması gerektiğini savundu. İzmir‘deki hava kirliliğinin yüzde 85‘nin Aliağa kaynaklı olduğuna da dikkat çeken Karababa Kemalpaşa‘daki çimento fabrikalarının da kirliliğe destek olduğunu belirtti ve "Hakim rüzgarlar sayesinde Kemalpaşa ve Aliağa‘dan sürekli kirli hava taşınıyor. Çarpık kentleşme sonucu şehir dışında olan çimento fabrikaları şu anda kent içinde kaldı. Aliağa‘da ise halen yatırım peşindeler" dedi. İzmir‘in içmesuyunun yüzde 34‘ünü karşılayan Tahtalı Barajı‘nın önemine de dikkat çeken Karababa "Efemçukurundaki maden ocağının çalışmaya başlamasıyla İzmir‘in canı, su haznesi ağır metaller nedeniyle yok olacak" ifadesini kullandı.