İSTANBUL ŞUBEMİZİN DÜZENLEDİĞİ DÜNYA GIDA GÜNÜ SEMPOZYUMU`NA KATILDIK
13 Ekim 2018 tarihinde İstanbul Şubemiz tarafından düzenlenen Dünya Gıda Günü 2018 Sempozyumu`na katıldık.
Genel Merkez Yönetim Kurulu Başkanımız Kemal Zeki Taydaş Sempozyum‘da, moderatörlüğünü İrfan Donat`ın yaptığı "Geçmişten Günümüze Açlık ve Gıda Güvencesi" başlıklı oturumda bir sunum gerçekleştirdi. Semppozyum Programı ve Başkanımızın sunumu aşağıda yer almaktadır.
TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Zeki Taydaş‘ın Sunumu
"GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE AÇLIK VE GIDA GÜVENCESİ"
Açlık, bir canlının yaşamını devam ettirmek için gerekli olan gıdayı alamaması, yaşam fonksiyonlarının tehlike altına girmesi ve sağlığını kaybedecek duruma gelmesidir. Yoksulluk ise bir insanın geçimi için gerekli üretim gücünü kaybetmesi ve gelir kaynaklarının azalması, bu nedenle başta gıda olmak üzere, barınma ve giyinme gibi en temel ihtiyaçlarının karşılanma olanaklarının yitirilmesi olarak tanımlanabilir. Uzun süreli yoksulluk açlığı getirmekte, açlık olmasa bile yetersiz beslenme sonucu sağlık sorunları ortaya çıkmaktadır.
Gıda güvencesi, bütün insanların her zaman aktif ve sağlıklı bir yaşam için gerekli olan besin ihtiyaçlarını ve gıda önceliklerini karşılayabilmek amacıyla yeterli, sağlıklı, güvenilir ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik bakımdan sürekli erişebilmeleri durumudur.
Gıda güvencesinin dört boyutu bulunmaktadır ve gıda güvencesinin sağlanması için bu dört boyutun aynı anda gerçekleşmesi gerekmektedir: Bunlar, gıdanın bulunabilirliği, gıdaya ulaşılabilirlik, gıdanın kalitesi ve güvenliği olup ilk üç boyutun istikrarlı bir şekilde sürdürülmesidir. Gıda güvencesi kavramı sıklıkla gıda güvenliği kavramı ile karıştırılmaktadır. Gıda güvencesi, gıda güvenliğini de içine alan ve gıda miktarının yeterliliği, gıdaya ekonomik ve fiziksel ulaşım ve tüm bunların istikrarlı olması anlamına gelen geniş bir kapsamı ifade etmektedir.
Gıda güvencesi aynı zamanda bir "hak" olup; herkesin yeterli, güvenli ve sağlıklı gıdaya kolayca ve sürdürülebilir bir şekilde ulaşma hakkı olarak da tanımlanabilir. Gıda Hakkı; dini, dili, rengi, cinsiyeti ve milliyeti ne olursa olsun her insanın en temel hakkıdır. Bu birincil hakkın, sağlık hakkı ile birlikte işler hale gelebilmesi için gıdaya erişmenin yanında var olan gıdanın da, insan sağlığına tehdit oluşturmayacak şekilde korunması gerekmektedir.
Nitelikli bir gıda hakkının olmadığı bir yerde vücut dokunulmazlığı, mülkiyet, iyi bir çevrede yaşam, konut, siyasi partilere girme, kamu hizmeti ve benzeri gibi hakların varlığının bir anlamı olmayacaktır.
Günümüz dünyasında, tarımsal aktivitelerin şirketler tarafından yönlendirilir duruma gelmesi önemli bir ekonomi stratejisidir. Tek ürüne dayalı tarımsal üretim yapan uluslararası firmalar tarım için büyük bir risk oluşturmaktadır. Dünyada bu üretim anlayışının hâkim olmasıyla açlık ve yetersiz beslenmenin kapısı da böylece aralanmaktadır.
Dünyadaki gıdanın yaklaşık %70‘ ini küçük çiftçiler üretmektedir. Avrupa devletleri bu küçük çiftçisini özenle korumakta ve gelişmesi için çaba sarf etmektedir. Çünkü Avrupa, tarımın şirketleştirilmesiyle gıda egemenliği ve gıda güvencesinin risk altına gireceğini çok iyi bilmektedir.
Tarım alanlarının imar ve sanayileşmeye açılması ile gıda hakkı, yani gıdaya erişim zorlaşmaktadır. Tarımsal faaliyet dışına çıkarılan her toprak parçasıyla, tarımda yeterliliğiniz azalmakta bu da o ülkenin gıda egemenliğinin kaybolduğu anlamına gelmektedir.
Dünyada gıda konusunda kıtlık olmadığını, tarımsal üretimin toplam talebin üzerinde olduğunu, gıdaya erişimin sağlanamamasında temel sorunun adil olmayan gelir ve ürün dağılımının olduğunu vurgulamak gerekir.
İklim değişikliği ve kuraklık gibi doğal afetlerin yanı sıra, gelişmiş ülkelerin tarımsal ürün ticaretindeki korumacı politikaları, gıdaya olan talebin artması, tarımda girdi fiyatlarının yükselmesi, tarım sektörüne yeterli yatırımın yapılmaması, tarım ürünlerinin biyoyakıt üretiminde kullanılması gibi birçok etken dünyada açlık ve yetersiz beslenmeye neden olmaktadır.
İklim değişikliği ile yaşanan kuraklık, yarı kuraklık ve az yağış alma çölleşme sorununu ortaya çıkarmaktadır. Çölleşmenin en büyük nedeni erozyondur. Erozyonun tetikleyicileri ise orman ve bitki örtüsünün insan eliyle tahrip edilmesidir. Bunların yanı sıra coğrafi yapı, yer şekilleri, toprağın aşırı kullanımı, amaç dışı toprak kullanımı, plansız ve aşırı sulama, meraların tarıma açılması gibi etkenler de çölleşmeyi hızlandırmaktadır. Bütün bu nedenlerle elden çıkan toprak, hızla artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap veremeyecek düzeye gelerek, gıda güvencesinin tehlike altına girmesinde etken olmaktadır.
Özellikle ülkemizdeki iklim, bitki örtüsü ve hayvan yetiştiriciliği geçmişten günümüze birbiriyle örtüşüp birbirini desteklerken, bugün; konut, turizm ve endüstriyel ranta kurban edilen mera alanlarının azalması sonucu hayvancılığımızda da geriye doğru bir gidiş başlamıştır.
Başta FAO (Gıda ve Tarım Örgütü) olmak üzere, IFAD (Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu), UNİCEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu), WFP (Dünya Gıda Programı) ve WHO (Dünya Sağlık Örgütü ) gibi Birleşmiş Milletlere bağlı beş örgütün 2017 yılı için hazırlamış olduğu "Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu" raporunda ifade edildiği üzere yapılan çalışmalar ve yaratılan farkındalıkla doksanlı yılların sonu, iki binli yılların başında 1 milyar dolayında olan dünyadaki açlık çeken insan sayısının 2015 yılında 777 milyona düşürüldüğü ancak son üç yıl içerisinde bu rakamın artış eğilimi göstererek 815 milyonun üzerine çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla 2030 yılı için hedeflenen "sıfır açlık için çalışmak" olan 2018 yılı teması da tartışılır hale gelmiştir. Yaklaşık 7,5 milyar nüfuslu dünyada dokuz insandan birinin aç olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Ülkemizdeyse Birleşmiş Milletlerin tanımladığı gibi bir açlık durumunun söz konusu olmadığı, yetersiz ve dengesiz beslenme sonucu bazı sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalındığı bilinmektedir.
Dünya nüfusunun yaklaşık 7,5 Milyar olduğunu düşünecek olursak; dünyadaki insan varlığı her geçen gün artarken gıdaya erişim de bir o kadar zorlaşmaktadır. Dünyada yaklaşık 1 Milyar insan yatağına aç girmekte ve güne aç uyanmaktadır. 1 Milyarın üzerinde insan da aşırı beslenmeden kaynaklı obezite gerçeği ile yüz yüze ve bununla mücadele etmektedir. Bu adaletsizlik, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu dünya düzeni ile eş zamanlı olacak şekilde gıda politikalarının plansız yürütülmesinden kaynaklanmaktadır.
Günümüzün hastalığı aşırı ve lüks tüketim alışkanlığı, gıdaya adil ulaşmanın önündeki en büyük engellerden birini oluştururken, gelişmiş ülkeler dışında nüfus planlamasının uygulanmaması da gıdaya erişimi güçleştirmektedir.
Gıdada israfın altını önemle çizmek isterim. Bu kadar aç insanın olduğu bir dünyada, üretilen gıda maddelerinin %10‘ unun tüketilmeyerek çöpe atılması anlaşılacak bir durum değildir. Günde yaklaşık 1,3 Milyar ton gıda çöpe giderek heba olmaktadır. Sadece bu tüketilmeyen ya da tüketilemeyen, çöp olarak son bulan üretim fazlasıyla bile açlık çeken insanları doyurabilmek mümkündür.
Dünya açlıktan kırılırken başta ABD olmak üzere; üretim fazlası tarım ürünlerini ne hayvan yemi ne de insan gıdası olarak tüketerek bitiremeyeceğini gören gıda egemenleri, yağlı tohumlardan biyodizel, tahıl gibi diğer tarım ürünlerinden biyoetanol yaparak, temiz enerji kaynağı aldatmacası adı altında insanlara ve insanlığa ihanet etmektedir.
Günümüzde çocuklar yatağa hala aç giriyor ve güne aç uyanıyor ve yaşanılan açlık yüzünden ölüyorlarsa, ülkelerin, genel politikalarının yanı sıra sürdürülebilir doğa, çevre, tarım ve gıda politikalarını da gözden geçirmeleri gerekmektedir.
Son Yedi yıldır dünyada gıda fiyatları düşerken ülkemizdeki gıda fiyatlarındaki artış oldukça düşündürücüdür. "Yoksulların gıda yardımının nesnesi değil, gıda hakkının öznesi" olduğu unutulmamalıdır.
Çatışma altındaki ülkelerde yaşayan insanların gıda güvencesizliği ve yetersiz beslenme ihtimali çatışmalardan etkilenmeyen ülkelerdekinden daha yüksektir. Kronik gıda güvencesizliği ve beslenme yetersizliği ile karşılaşanların büyük çoğunluğu savaş, iç savaş ve çatışmalardan etkilenen ülkelerde yaşamaktadır. Tahmini olarak 815 milyon yetersiz beslenen insandan 489 milyonu bu çatışmalardan etkilenen ülkelerde yaşamını sürdürmektedir.
Çatışma ve şiddet, milyonlarca insanın yerlerinden edilmesine ve ev sahibi topluluklarda gıda güvencesizliğine ve bu güvencesizliğin sürmesine neden olmaktadır. Örneğin, Suriye Arap Cumhuriyeti‘ndeki iç savaş, 6 milyonun üzerinde insanın evlerini bırakarak ülkenin diğer yerlerine, 5 milyona yakını ise komşu ülkelere kaçmasıyla sonuçlanmıştır.
Değerli arkadaşlar,
Tarım alanlarımız yok ediliyor; zeytinlikler ve meralar çimento, mermer ocakları, altın ve gümüş madenciliği gibi toksik kimyasal kirlilik yaratan sanayi yatırımlarına açılıyor; bebek mamalarında, pirinçte GDO çıkıyor; sermayenin allayıp pulladığı "organik gıda" pazarının kâr payı büyüyor. Sağlıklı, doğal gıdaya ulaşmak büyük sorun haline geliyor; gıda ve beslenme en temel sosyal haklardan biriyken bir lüksmüş gibi sunuluyor ve bu hakka erişim engelleniyor.
Açlık ve yoksullukla mücadelede gıda güvencesinin ve yeterli beslenmenin olabilmesi için, ekonomik iyileşmenin sağlanıp geçimin kolaylaştırılması, doğal kaynakların yönetimi, çevrenin korunması, kırsal alanda sürdürülebilir kalkınma ile kırsal refahın artırılması ve sürdürülebilir tarımsal politikaların hayata geçirilebilmesi gerekmektedir.
Adil bir gıda dağılımı ve gıdaya erişim hakkının olabilmesi için; üretici doğru yöntemlerle desteklenip, üretim süreçlerinde tutulmaya çalışılmalı, tarımsal AR-GE‘ ye daha fazla yatırım yapılmalı, tarımsal ürün planlaması yapılarak israf önlenmeli, toprağı işlemede aile işletmelerine öncelik verilmelidir.
Özellikle kadın çiftçilerin tarımsal üretimin içinde tutulması önemlidir. Kadının topraktan kopmasıyla aileler de topraktan kopup uzaklaşmaktadır. Sürdürülebilir aile çiftçiliği ve bunun temel direği olan kadın çiftçiler özendirilmeli ve teşvik edilmelidir.
Halkçı tarım reformları yapılmalı, tohumlara bedelsiz erişim garantisi sağlanmalı, yerel üretim ve temel gıdalara öncelik verilmeli, ulusal üretim korunmalı ve halk tarım politikalarının belirlenmesine dâhil edilmelidir.
Su ve toprak gibi hayati öneme sahip doğal kaynakların korunması için gerekli önlemler alınarak sürdürülebilirliği sağlanmalıdır.
21. Yüzyılın ikinci yarısından sonra su ve gıdanın en stratejik iki ürün olacağı asla unutulmamalıdır. Küresel ısınma ile tatlı su kaynaklarının gün geçtikçe yok olduğunu düşünecek olursak, insanların içme ve kullanma sularına ulaşmasının ne kadar zor ve maliyetli olacağını, bundan kaynaklı tarımın olmazsa olmazı sulama suyunun yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacağından, tarımsal üretimin sekteye uğrayacağını görebilmeliyiz. Bu iki stratejik ürünün önümüzdeki yıllarda günümüzün doğal gazı ve petrolü olacağını unutmamalıyız. Koskoca bir Yirminci Yüzyılı enerji ve enerji kaynağı paylaşımı savaşları ile geçirdiğimizi hatırlayacak olursak, günümüzde dahi enerji kaynaklarının ve iletim hatlarının geçtiği ülkelerde yaşanan savaşlarla dünya haritasının nasıl değiştirildiğini görmek mümkündür.
Yaşadığımız yüzyıl ve sonrasının stratejik silahı haline dönüştürülmek istenen su ve gıdanın en temel insan hakkı olduğu unutulmamalıdır. Bu hakkın silaha dönüştürülmesi asla kabul edilemez.
Son onaltı yıldır AKP uyguladığı politikalarla ve çıkarttığı yasalarla köylülerin yüzyıllardır ortak mülkiyet olarak kullandıkları otlaklarına, meralarına, yaylaklarına yasa zoruyla el koymuş, şirketlere satışının önünü açmış, köylülerin kullanımına kapatmıştır. Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ile köylüyü zorla toprağından ederek, bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğini birbirinden ayırarak endüstriyel tarımın önünü açmış, küçük üreticilerin ölüm fermanını imzalamıştır. Bütünşehir/Büyükşehir yasasıyla köyleri mahalle yapıp ortak mülkiyetlerine el koymuş, ülkenin neredeyse tamamını maden arama sahasına dönüştürmüştür.
"Büyük Şehir Yasası" köylülerin aleyhine olan bir yasadır. Bu yasanın değiştirilmesi için gerekli mücadele yapılmalıdır.
Gıda egemenliği, birey ve toplum olarak insanların kendi gıda sistemlerini tanımlama hakkıdır. Bunun anlamı, doğayla çalışmak ve kaynakları yeterli, sağlıklı ve kültürel açıdan uygun yiyecek üretmek için korumaktır.
Gıda egemenliği konusunda yürütülecek politik mücadelede, köylü ve çiftçi düzeyinde sendikalaşmanın önü açılmalı, üreticiden tüketiciye aracısız mal sağlayan ekolojik üretim-tüketim kooperatifleri teşvik edilmelidir. Şirketlerin tek tek üreticilerle sözleşme yapmasını değil, üreticilerin ister sendika, ister kooperatif, isterse köy derneği adıyla olsun örgütleriyle sözleşme yapılması için mücadele edilmelidir.
Kent kökenli endüstriyel devrim, gelişmekte olan ülkelerde kırsala doğru yayıldıkça gerek teknik açıdan, gerekse tüketilen besinler açısından küresel şirketlere olan bağımlılığı artırmıştır. Şirket tarımcılığı ve yeşil devrimin birlikteliğine daha sonra genetik uygulamalarla modifiye edilmiş ürünlerde katılmıştır. Genetiği değiştirilmiş bu organizmaların (GDO) tarımıyla başlayan üretim teknikleri dünyada adeta ikinci bir yeşil devrim olarak gösterilmiştir.
Oysaki vahşi kapitalist neoliberal politikaların sonucu, kuraklık, tarımsal verimsizlik ve de gıda azlığının GDO ile çözüleceği konusundaki zorlamalarla, tarımsal üretimin ekseni değiştirilmeye çalışılmaktadır. GDO lu üretimle yapılmak istenen; avcı-toplayıcı göçebe toplumdan, yerleşik tarım yapan topluma geçiş ile başlayan, insanlık tarihi boyunca insanlığın ortak malı olmuş tohumların, bir kişi, bir isim, bir şirket adına tescillenerek sahiplenilmesi ve bunun hazırlanmış hukuki sözleşmelerle, ücreti karşılığında üreticiye satılıp, üreticinin bağımlı hale getirilmesidir. "Tescilli, patentli tohumu alırsan üretim yaparsın" anlayışı ülkelerin gıda egemenliğini yok eden bir anlayıştır.
Tohumun şirketlerin eline geçmesi biyoçeşitlilik açısından da büyük bir tehlike arz etmektedir. Çünkü şirket tarımcılığı biyoçeşitliliğe dayalı ekolojik tarımı değil, tek tip -mono kültüre dayalı- tarımı teşvik etmektedir. Bunu da yüksek verim söylemi ile meşru kılmaya çalışmaktadırlar. Tohumların korunması, saklanması, çiftçiler tarafından yeniden üretilmesi ve dağıtılması biyoçeşitliliğin, ekolojik tarımın ve sağlıklı gıdanın en büyük garantisini oluşturmaktadır.
Bizi gıdada dışa bağımlı hale getiren neoliberal tarım politikaları sonucunda kırsal kesim yoksullaşmıştır. Gıda egemenliğini kaybeden uluslar benliklerini de yitirirler. Dolayısıyla gereksinimlerimize uygun ulusal tarım politikaları, kısa, orta ve uzun erimler olarak tasarlanmalıdır.
Sevgili dostlar,
Açlığın, yokluğun ve yoksulluğun son bulduğu, hakça adil bir paylaşımın olduğu, korkulardan, kaygılardan uzak, güvenli, sağlıklı, savaşsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemiyle hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Kemal Zeki Taydaş
TMMOB Gıda Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
13 Ekim 2018 Cumartesi/ İstanbul